Her hikâye kahramanı soğuk kış gecelerinde doğarmış gibi o da soğuk bir kış gecesinde doğdu. Farklı olması gerektiğinden uzun ve soluksuz ağlamadı, onun yerine ciğerlerini yakan oksijenin etkisiyle memnuniyetsizliğini belli edecek acı bir çığlık kopardı. O kadar...
Büyüdüğünde okudu, okudu, hiç durmadan okudu. Eline ne geçerse... Takvim yaprakları, gazete kupürleri, sokaklara asılan ilanlar, dükkânların tabelaları. Olur da biri büyük bir şehre gidecek olursa, kitapla dönmesini umut edecek kadar okudu. Gazete sayfalarında boş kalan her yere küçük bir o kadar da eğri el yazısıyla yazılar yazdı.
Soğuk kış gecelerinde anneannesinin dizine uzanıp okuduğu kitaplarla ilgili hayaller kurdu.
Kasabanın tek kitapçısında işe başladı, okuldan çıkıp yemeden içmeden kitapçıya koşardı. Tıpkı bir filmin ilk dakikaları gibiydi hayatı. İzleyen herkesin aklından geçirdiği düşüncelere ihanet etmeksizin tek düzeydi. Kimse kafasından neler geçirdiğini bilemedi.
Doğduğu günden bu yana -belki yemin bile ederdi- nasil öleceğini merak ederdi.
Kitaplardan birinde karakterlerden biri ölecek olsun, hemen heyecanlanır, kendini ölen kişinin yerine koyar uzun uzun düşünürdü. Acaba canı acımış mıydı?
Her şeyden daha çok onu meraklandıran, aklını durmadan kemiren düşünce ise; acaba insan öleceğini önceden hissedebilir miydi?
Annesi komşulara, eski bir ahbaplarının ölümünü anlatırken kulak kabartmıştı. Ölen adam o gün -ayaklarım sanki yere basmıyor-demişti. Sonra ölmüştü.
Sanki biri o gün ona bir şekilde hissettirecekmiş gibi geliyordu. Yahut içinde böyle bir his muhakkak oluşurmuş gibi.
Rüyaları bile ölüm ile ilgiliydi. Rüyada hep öldüğünü görür uyanınca yaşıyor olduğuna hayret ederdi. Kimi zaman da rüya içinde rüya görürdü. Tıpkı doğduğu gün ağlamadığı gibi, rüyalarına da ağlamazdı. Ölmek için doğmuş gibiydi.
Elbette fikirlerini kimse bilmezdi. Oysa o tanıştığı herkesin ne zaman öleceğini düşünürdü. Sardığı tütün sayısınca ömründen düşerdi kitapçının sahibinin. Yüzündeki çizgilerden sayardı yılları Camideki imamın. Ve halasının yürüyüşünde görürdü yıllarını. Kimse bilmezdi onun kafasındaki mezarlığı...
Evlenecek yaşı gelmiş de çoktan geçerken annesinin bulduğu bir kız ile evlendi. Ona göre karısı ondan çok yaşayacaktı. Öyle ya yüzünde bir tek kırışıklık bile yoktu. Ömür hesabı yaparken adil davranır, gençlere hiç yaklaştırmazdı.
Yıllar içinde yanında çalıştığı kitapçının sahibi tam da tahmin ettiği üzere erkenden ölmüştü. Dükkânın yeni sahibi o olmuştu. Müşterisi çok olmazdı ama mutluydu. Her zaman kanaatkâr olmuştu.
Bir gün güneş tam tepedeyken, uyku birikti başında.
Bir çay koydu ocağın üstüne.
Huyu değildi, defalarca esnedi.
Hay Allah hayırdır dedi.
Çay henüz kaynamamıştı.
Dükkânın kapısını kilitleyip eski kitapların olduğu kısma geçti. Arka tarafta bir kanepe vardı, başını koyduğu an uyku onu esir aldı.
Rüya içinde rüya görmeye yol aldı.
Rüyasında kocaman merdivenlerin olduğu bir yerdeydi.
Büyük yedi basamak çıktıktan sonra, yedi sokaktan geçti.
Yedi kişiye selam verdi.
Yedi selam yoldaşı oldu.
Sonunda ölmüştü, hissediyordu. Oysa hiçbir şey hissetmemişti.
Aniden bastıran uyku muydu beklediği işaret? Nasıl da tahmin edememişti.
Demek böyle oluyordu.
Yürüdükçe yürüdü.
Karşısına yedi kapılı bir ev çıktı.
'İşte' dedi, tam da hayal ettiği gibiydi, şimdi kapılardan birinden içeri girecekti.
Yedinci kapıyı açtı.
İçeride yedi insan.
Yedi çift göz süzdü onu.
Ölmemiş olsa korkudan ölebilirdi.
Karısı, annesi, babası, kitapçının eski sahibi, Camideki İmam, halası, yeni doğmuş çocuğu...
Hepsi ölmüştü, hepsi ona bakıyordu. Nasıl da haberi olmamıştı. Ne olmuştu da ölmüşlerdi.
Gözü yere takıldı sonra.
Yerde yanmış kağıtlar, kararmış kitaplar gördü.
Uyandığında öğle ezanı okunuyordu.
Uyuyalı yalnızca bir kaç dakika olmuştu.
Kan ter içinde kalmasına yetmişti.
Demek ölümü yakındı, herkesin ölümü yakındı...
Dükkândan çıkıp eve koştu. Rüyasındaki yedi adam selam verdi koşarken, yedi evin kapısını geçti. Yedi basamak çıkıp evine girdiğinde bebeği beşikte ağlıyordu. Karısı beşiğin başında bebeğe bakıyordu. Halası pirinç ayıklıyordu akşam yemeği için. Annesi ve babası çoktan namaza başlamışlardı. Herkes bir şeylerle meşguldü, eve geldiğini kimse farketmemiş gibiydi Adam tedirginliğini üzerinden atmak için mutfağa gitti, bir bardak su içti.
İçindeki yangını söndürmeye yetmedi.
Adam o an anladı.
Rüya içinde rüya onu esir almıştı.
Ertesi gün gazetelerde bir haber manşetteydi...
Şehrin en eski kitapçısı, içindeki yüzlerce eşsiz eser ve yeni sahibi ile birlikte alevlere teslim olmuştu. Yangının sebebinin kitapçının sahibinin ocakta unuttuğu çay olduğu tahmin ediliyor. Adaçayı
Büyüdüğünde okudu, okudu, hiç durmadan okudu. Eline ne geçerse... Takvim yaprakları, gazete kupürleri, sokaklara asılan ilanlar, dükkânların tabelaları. Olur da biri büyük bir şehre gidecek olursa, kitapla dönmesini umut edecek kadar okudu. Gazete sayfalarında boş kalan her yere küçük bir o kadar da eğri el yazısıyla yazılar yazdı.
Soğuk kış gecelerinde anneannesinin dizine uzanıp okuduğu kitaplarla ilgili hayaller kurdu.
Kasabanın tek kitapçısında işe başladı, okuldan çıkıp yemeden içmeden kitapçıya koşardı. Tıpkı bir filmin ilk dakikaları gibiydi hayatı. İzleyen herkesin aklından geçirdiği düşüncelere ihanet etmeksizin tek düzeydi. Kimse kafasından neler geçirdiğini bilemedi.
Doğduğu günden bu yana -belki yemin bile ederdi- nasil öleceğini merak ederdi.
Kitaplardan birinde karakterlerden biri ölecek olsun, hemen heyecanlanır, kendini ölen kişinin yerine koyar uzun uzun düşünürdü. Acaba canı acımış mıydı?
Her şeyden daha çok onu meraklandıran, aklını durmadan kemiren düşünce ise; acaba insan öleceğini önceden hissedebilir miydi?
Annesi komşulara, eski bir ahbaplarının ölümünü anlatırken kulak kabartmıştı. Ölen adam o gün -ayaklarım sanki yere basmıyor-demişti. Sonra ölmüştü.
Sanki biri o gün ona bir şekilde hissettirecekmiş gibi geliyordu. Yahut içinde böyle bir his muhakkak oluşurmuş gibi.
Rüyaları bile ölüm ile ilgiliydi. Rüyada hep öldüğünü görür uyanınca yaşıyor olduğuna hayret ederdi. Kimi zaman da rüya içinde rüya görürdü. Tıpkı doğduğu gün ağlamadığı gibi, rüyalarına da ağlamazdı. Ölmek için doğmuş gibiydi.
Elbette fikirlerini kimse bilmezdi. Oysa o tanıştığı herkesin ne zaman öleceğini düşünürdü. Sardığı tütün sayısınca ömründen düşerdi kitapçının sahibinin. Yüzündeki çizgilerden sayardı yılları Camideki imamın. Ve halasının yürüyüşünde görürdü yıllarını. Kimse bilmezdi onun kafasındaki mezarlığı...
Evlenecek yaşı gelmiş de çoktan geçerken annesinin bulduğu bir kız ile evlendi. Ona göre karısı ondan çok yaşayacaktı. Öyle ya yüzünde bir tek kırışıklık bile yoktu. Ömür hesabı yaparken adil davranır, gençlere hiç yaklaştırmazdı.
Yıllar içinde yanında çalıştığı kitapçının sahibi tam da tahmin ettiği üzere erkenden ölmüştü. Dükkânın yeni sahibi o olmuştu. Müşterisi çok olmazdı ama mutluydu. Her zaman kanaatkâr olmuştu.
Bir gün güneş tam tepedeyken, uyku birikti başında.
Bir çay koydu ocağın üstüne.
Huyu değildi, defalarca esnedi.
Hay Allah hayırdır dedi.
Çay henüz kaynamamıştı.
Dükkânın kapısını kilitleyip eski kitapların olduğu kısma geçti. Arka tarafta bir kanepe vardı, başını koyduğu an uyku onu esir aldı.
Rüya içinde rüya görmeye yol aldı.
Rüyasında kocaman merdivenlerin olduğu bir yerdeydi.
Büyük yedi basamak çıktıktan sonra, yedi sokaktan geçti.
Yedi kişiye selam verdi.
Yedi selam yoldaşı oldu.
Sonunda ölmüştü, hissediyordu. Oysa hiçbir şey hissetmemişti.
Aniden bastıran uyku muydu beklediği işaret? Nasıl da tahmin edememişti.
Demek böyle oluyordu.
Yürüdükçe yürüdü.
Karşısına yedi kapılı bir ev çıktı.
'İşte' dedi, tam da hayal ettiği gibiydi, şimdi kapılardan birinden içeri girecekti.
Yedinci kapıyı açtı.
İçeride yedi insan.
Yedi çift göz süzdü onu.
Ölmemiş olsa korkudan ölebilirdi.
Karısı, annesi, babası, kitapçının eski sahibi, Camideki İmam, halası, yeni doğmuş çocuğu...
Hepsi ölmüştü, hepsi ona bakıyordu. Nasıl da haberi olmamıştı. Ne olmuştu da ölmüşlerdi.
Gözü yere takıldı sonra.
Yerde yanmış kağıtlar, kararmış kitaplar gördü.
Uyandığında öğle ezanı okunuyordu.
Uyuyalı yalnızca bir kaç dakika olmuştu.
Kan ter içinde kalmasına yetmişti.
Demek ölümü yakındı, herkesin ölümü yakındı...
Dükkândan çıkıp eve koştu. Rüyasındaki yedi adam selam verdi koşarken, yedi evin kapısını geçti. Yedi basamak çıkıp evine girdiğinde bebeği beşikte ağlıyordu. Karısı beşiğin başında bebeğe bakıyordu. Halası pirinç ayıklıyordu akşam yemeği için. Annesi ve babası çoktan namaza başlamışlardı. Herkes bir şeylerle meşguldü, eve geldiğini kimse farketmemiş gibiydi Adam tedirginliğini üzerinden atmak için mutfağa gitti, bir bardak su içti.
İçindeki yangını söndürmeye yetmedi.
Adam o an anladı.
Rüya içinde rüya onu esir almıştı.
Ertesi gün gazetelerde bir haber manşetteydi...
Şehrin en eski kitapçısı, içindeki yüzlerce eşsiz eser ve yeni sahibi ile birlikte alevlere teslim olmuştu. Yangının sebebinin kitapçının sahibinin ocakta unuttuğu çay olduğu tahmin ediliyor. Adaçayı
0 yorum:
Yorum Gönder